Fyodor Dostoyevski'nin 1869'da yayımlanan başyapıtı Budala, yalnızca bir roman değil, insan doğasına, ahlaka, inanca ve topluma dair derin bir felsefi sorgulamadır. Eser, adının aksine "budala" olarak görülen Prens Mişkin karakteri üzerinden, saflığın, iyiliğin ve gerçek Hristiyan sevgisinin çıkarcı, ikiyüzlü ve yozlaşmış bir toplumda nasıl bir trajediye dönüşebileceğini gözler önüne serer.
"Saf ve mutlak iyilik, kirli ve karmaşık gerçek dünyada yaşayamaz." Dostoyevski, Prens Mişkin'i neredeyse İsa Mesih benzeri bir figür olarak çizer: yargılamayan, affeden, herkese sevgi ve şefkatle yaklaşan, maddiyata değer vermeyen bir karakter. Ancak roman, bu kusursuz ahlaki idealle insanların tutku, gurur, kıskançlık ve açgözlülükle dolu gerçek dünyası arasındaki çarpışmayı anlatır. Mişkin'in saflığı, çevresindekiler tarafından bir zayıflık, hatta bir "budalalık" olarak görülür ve bu çatışma kaçınılmaz sona, yani trajediye yol açar.
Prens Mişkin, romandaki "gerçekten iyi insan" idealidir. Dostoyevski, onun aracılığıyla şu soruyu sorar: Eğer İsa bugün Petersburg'a gelseydi, ona ne yaparlardı? Cevap, romanın trajik kurgusunda saklıdır.
Rogojin'in tutkulu ve yıkıcı aşkı ile Mişkin'in saf ve merhametli sevgisi karşılaştırılır. Nastasya Filipovna karakteri ise günahkâr ve kurban ikilemini temsil eder; toplum tarafından lekelenmiş, ancak aynı zamanda derinden acı çeken bir ruh.
Roman, 19. yüzyıl Rus aristokrasisinin yapaylığını, ikiyüzlülüğünü ve manevi boşluğunu sert bir şekilde eleştirir. Mişkin'in samimiyeti, bu yapay dünyada bir yabancı olmasına neden olur.
Mişkin'in sara nöbetleri öncesi yaşadığı aşkın deneyimler ve Holbein'in "Ölü İsa" tablosu üzerinden ölüm ve inanç sorgulanır. Tablo, romanda inançsızlığın ve umutsuzluğun güçlü bir sembolü haline gelir.
Budala, bize basit ama derin bir gerçeği hatırlatır: İnsanlık, ideal iyilik ile gerçek dünyanın kusurları arasında sürekli bir mücadele içindedir. Dostoyevski'nin bu muazzam psikolojik derinlikteki karakterleri ve felsefi sorgulamaları, romanı sadece edebi bir şaheser değil, aynı zamanda insan ruhunun evrensel bir haritası yapar. Prens Mişkin'in trajedisi, bizi kendi iyilik, merhamet ve toplumla ilişkilerimiz üzerine düşünmeye davet eder.
"İnsanların arasında yaşayıp onların sevgisini kazanmak için, onlara kendilerini oldukları gibi göstermek gerekir." – Prens Mişkin'in sözü, romanın özünü özetler niteliktedir.