Alexandre Dumas'ın 1844'te yayımlanan Monte Kristo Kontu, yalnızca sürükleyici bir macera ve intikam romanı değil, aynı zamanda insan doğasına, adalete ve ahlaka dair derin sorgulamalar barındıran bir başyapıttır. Roman, genç denizci Edmond Dantès'in masumiyetine rağmen dostlarının ihanetiyle hapse atılışı, orada tanıştığı yaşlı mahkum sayesinde hem bir bilgeye dönüşümü ve sonrasında zengin Monte Kristo Kontu kimliğiyle mükemmel bir intikam planını yürütüşünü anlatır. Ancak romanın ana fikri, bu dramatik olay örgüsünün çok daha ötesine uzanır.
Romanın merkezinde, "İntikam insana mı yoksa Tanrı'ya mı aittir?" sorusu yatar. Dantès, hapishaneden çıktığında kendisini "intikamın bir aracı" olarak görür ve adaleti kendi elleriyle sağlamaya kalkar. Her şeyi kontrol edebileceğine, kendisini bir "ilah" konumuna yükseltebileceğine inanır. Ancak planları ilerledikçe, intikamının hedef aldığı kişilerin yanında masum insanların da acı çektiğini görür (örneğin, Villefort'un ailesi).
Bu noktada roman, çarpıcı bir ahlaki dönüşüm sergiler: Mutlak intikam, mutlak yıkım getirir. Dantès, nihayetinde, insanın başkalarının kaderini yargılama ve cezalandırma hakkının sınırlı olduğunu anlar. Romanın ünlü son repliklerinden biri olan "Bekle ve umut et" (Attendre et espérer) sözü, artık bir intikam çağrısı değil, sabrın, bağışlamanın ve insani değerlerin önemine dair bir mesaja dönüşmüştür.
Monte Kristo Kontu, okuyucuyu nefes kesici bir maceraya sürüklerken, aslında evrensel bir insani ikilemi sorgular: Haksızlığa uğradığımızda adaleti sağlama arzumuz, bizi aynı haksızlığı yapanların seviyesine indirger mi? Dumas, bu soruya, intikamın tatmin edici değil, yıkıcı olduğunu ve gerçek huzurun ancak geçmişin yükünü bırakıp (ya da en azından onunla yaşamayı öğrenip) "umut etmekte" bulunabileceğini söyleyerek yanıt verir. Bu nedenle roman, yüzyıllardır geçerliliğini koruyan, insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarına dair güçlü bir aynadır.