Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde hayata geçirilen ve devletin siyasi yapısını kökten değiştiren meşrutiyet, Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Peki, bu kavram tam olarak ne anlama geliyor? Padişahın yetkileriyle, halkın temsilcilerinden oluşan bir meclis nasıl bir arada işledi? Gelin, bu tarihi siyasi modeli birlikte inceleyelim.
Meşrutiyet, bir monarşi türüdür. Ancak geleneksel mutlak monarşiden farklı olarak, hükümdarın (padişahın) yetkileri yazılı bir anayasa (Kanun-ı Esasi) ile sınırlandırılmıştır. Bu sistemde, yönetime halkın seçtiği temsilcilerden oluşan bir meclis de ortak olur. Yani egemenlik, padişah ile millet adına hareket eden meclis arasında paylaşılır.
Meşrutiyet sisteminde padişah, devletin başı ve hükümdarı olmaya devam eder. Ancak artık "kullarının" üzerinde sınırsız bir otoriteye sahip değildir. Osmanlı Meşrutiyeti'nde padişahın bazı yetkileri şunlardı:
Padişah, kutsal ve sorumsuz bir konumda görülürdü; yaptıklarından dolayı siyasi olarak sorumlu tutulamazdı.
Meşrutiyetin belki de en devrimci kurumu, Meclis-i Mebusan'dı. Bu meclis, halkın oyuyla seçilen milletvekillerinden (mebus) oluşuyordu.
Meclis, padişahın mutlak iradesine karşı halk iradesini temsil eden bir denge unsuru olarak düşünülmüştü.
Meşrutiyet, Osmanlı Devleti'nde mutlak monarşiden anayasal yönetime geçişin ilk adımıydı. "Padişahın tebaası" olmaktan çıkıp "vatandaş" olma bilincinin ilk kıvılcımlarını ateşledi. Padişah ile meclis arasındaki bu güç paylaşımı mücadelesi, modern parlamenter sistemin temellerini attı. Bu deneyim, Türkiye Cumhuriyeti'nin "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesiyle kurulmasına giden yolda çok değerli bir siyasi tecrübe ve altyapı sağladı.
Özetle, meşrutiyet, bir taht ile bir milletin temsilcilerinin aynı siyasi sahneyi paylaşmaya çalıştığı, zorlu ama bir o kadar da modernleşme tarihimiz açısından vazgeçilmez bir deneyimdi.